Dergi Konuları

Bir Sinema Efsanesinin Doğuşu

Indiana Smith. Kulağa nasıl geliyor? Indiana’da doğmuş (elbette), son derece Amerikan ve Hollywood’un bayılacağı bir karakter için hiç fena bir çıkış noktası değil. Gerçi biraz düşününce, Smith adı ajanlara daha mı çok yakışıyor? Peki, Indiana Jones nasıl?

sinema

Yıl 1978. George Lucas, Steven Spielberg ve Larry Kasdan buluşurlar. Star Wars’la dünyayı sallamaya başlamış George Lucas, aklındaki başka bir fikri paylaşmak üzeredir. Fikri anlatmaya başlar ve sinemanın en büyük markalarından biri doğar. Ama önce teybi biraz geri saralım.

70’ler, Hawaii’de Mauna Kea sahilleri. Lucas ve Spielberg, Star Wars galasından önce bir aradalar. Stresli ikili, sahile vuran dalgaları izlerken kumdan bir kale yapmaya karar verirler. Bir nevi totem. Eğer kale, dalgalara dayanabilirse Star Wars büyük bir hit olacaktır, dayanamazsa... Kaleyi yapıp beklemeye başlarken Spielberg bir gün bir James Bond filmi yapmak istediğinden bahseder. Lucas ilgiyle arkadaşını dinler, sonrasında daha iyi bir fikrinin olduğunu söyler: Indiana Smith.

Lucas, Star Wars’u yazmaya devam ettiği yıllarda kafasında mağaralarda, yeraltında, mezarlarda doğaüstü nesneler arayan bir arkeoloğun hikayesi dönmeye başlıyor. 30’lu ve 40’lı yıllardaki çocukluğunda izlediği filmlerden ilham alan, adını da o dönemki köpeğinden esinlenerek koyduğu Indiana adlı karakteri anlatıyor. Hikaye kafasını o kadar meşgul ediyor ki, bazı sahneleri zihninde çekmiş bile. Örneğin Zorro’nun at üstünden giden bir araca atladığı gibi bir sahne, Lucas’ın henüz parçalarını bir araya getiremediği macera filminde aradığı görselliği tam olarak tarif ediyor.

sinema

O gün Hawaii’de konuşulanlar Spielberg’in hafızasında yer ediyor ve aklına yatıyor. Bir detay dışında: Smith adı. Günün sonunda Jones’da karar kılıyorlar. Dalgalar sahile vuruyor, kale yıkılmıyor. Lucas’ın yükselişi henüz yeni başlıyor. Üstelik o günün ardından kumdan kale totemi iki arkadaş için bir geleceğe dönüşüyor.

1978’e geri dönüyoruz. Spielberg, Continental Divide’ı izledikten sonra hayran kaldığı Larry Kasdan adlı bir senaristi buluşmaya davet ediyor ve mikrofonu Lucas’a teslim ediyor.

1978’in Ocak ayında dört gün süren bu buluşmalar boyunca, Lucas ve Spielberg Hawaii günlerinde konuştuklarını Kasdan’a anlatıyorlar, Kasdan aklındakileri paylaşıyor, Ahit Sandığı, Naziler, aşk hikayeleri derken tüm konuşmaları kaydediyorlar. Belli mi olur, ileride lazım olabilir...

sinema

Indiana karakteri ilk olarak bir anti kahraman olarak doğuyor. Hatta belki bir alkolik, bir “playboy” ya da bir kumarbaz olabileceğinden bahsediyorlar. Ama zaten işi gereği sık sık ortalığı birbirine katan bir kahramanın, bir de etik sınırları bu kadar zorlamasına gerek olmadığına karar veriyorlar. Bir diğer soru da, Indiana Jones’u kim oynayacak? Spielberg’ün kafası net, onun gönlü Harrison Ford’dan yana. Ama Lucas Ford’u düşünmüyor, hatta ilginç bir çekincesi var: Martin Scorsese’nin Robert De Niro’yla anıldığı gibi, kendisi de halihazırda uzak galaksilerde birlikte çalıştığı Ford’la anılmak istemiyor. Ayrıca Ford’un bir üçlemeyi daha kabul edeceğinden emin değil. Üçleme mi? Spielberg şaşkın, Lucas ona Indiana serisini üçleme olarak hayal ettiğini söylememişti. Lucas ve Spielberg, Ford’un ismini bir kenara koyup yeni isimler üzerine konuşuyorlar. Bill Murray? Steve Martin? Chevy Chase? Chevy Chase mi? Bugün Chase’in adını duyunca benim aklıma Cola Turca reklamları gelse de, Chase o günlerde SNL ile esip gürleyen bir komedyen. Neticede bu isimler eleniyor, ikili Tom Selleck’te karar kılıyor ama... Selleck’in de takvimi beklentilere uymuyor. Spielberg kenara koyduğu ismi alıyor, ne yapıp edip Lucas’ı ikna ediyor ve Ford, yeni bir üçlemenin yüzü oluyor.

Dört gün boyunca kaydettikleri konuşmaları Larry Kasdan deşifre ediyor ve ortaya Raiders of the Lost Ark’ın senaryosu çıkıyor. Sonra... Sonrasında yeni bir dönemin kapıları aralanıyor. Elbette bütçe krizleri doğuyor, Paramount “85 günde çektiniz çektiniz, yoksa bu iş yaş” diyor ve Spielberg 73 günde tamamlanacak bir çekim planı hazırlıyor. Her sahnenin storyboard’unun çizildiği, incelikli bir planla Fransa’dan Tunus’a uzanan bir sete giriyor. Harrison Ford’un doğaçlama oynadığı sahneler, John Williams’ın ikonik besteleriyle başkalaşan 115 dakikalık film, bugün bile sinemayı şekillendirmeye devam ediyor, kimileri için B-movie kategorisinde görülen bir türü yeniden tanımlıyor ve elbette Lucas, Spielberg ve Kasdan isimlerini kolay kolay silinmeyecek şekilde tarihe yazıyor.

İlgili Başlıklar
Daha Fazlası